Pages

May 20, 2014

Atatürk'ün "Gezi" Manifestosu


Bütün şifreler elimizdeyken biz hep Amerika'yı yeniden keşfetmeye çalışıyoruz aslında.
Bizim yüzlerce millete yüzlerce yıl yetecek zekâ, erdem ve öngörüye sahip bir liderimiz varken biz çıkış yollarını her gün değişik, farklı daha yeni bir yerlerde arıyoruz.

Ama bana öyle geliyor ki, onun bu mücevher kıymetindeki yönlendirici sözlerini bizler onun sevgili evlâtları tartışa dururken; onun adını ve eserlerini silmek isteyenler bizden kat kat iyi bellemiş ve işlerine yarayan ipuçlarını zaten yıllardır da uyguluyorlar. Biz nerede hata yapıyoruz derken bunları da düşünmek lazım. 

Senin "Aman sakın putlaştırmış olmayayım, aman Kemalist olarak yaftalanmayayım" diye temkinli sevdiğin, adını temkinli andığın, temkinli savunduğun Mustafa Kemal Atatürk; sevgili Gezi'li arkadaşım, senin manifesonu senden 80 yıl önce yazmış. (Burada sözüm özellikle de, dün Atatürk'ün adını bile anmadan bir 19 Mayıs bildirisi yayınlamış olan Gezi Partisi'ne)  

Ben susuyorum, sizi Atatürk'ün Bursa Konuşması ile başbaşa bırakıyorum.

Nam-ı değer; Atatürk'ün Gezi Parkı Manifestosu ve hikâyesi: 

"1933 yılı Şubat ayında, Bursa Ulucami önünde Ezan’ın Türkçe okunmasına başkaldıran 100 kadar gerici tutuklanır. Olayı duyunca, daha birkaç gün önce ayrıldığı Bursa’ya dönen Atatürk’e; “Bursa gençliği olayı bastıracaktı. Polis ve adliyeye olan güven nedeniyle, karışmadı ”, denilince Atatürk bu konuşmayı yapar:
“Türk genci, devrimlerin ve cumhuriyetin sahibi ve bekçisidir. Bunların gereğine, doğruluğuna herkesten çok inanmıştır. Yönetim biçimini ve devrimleri benimsemiştir. Bunları güçsüz düşürecek en küçük ya da en büyük bir kıpırtı ve bir davranış duydu mu, ‘Bu ülkenin polisi vardır, jandarması vardır, ordusu vardır, adalet örgütü vardır.’ demeyecektir. Elle, taşla, sopa ve silahla; nesi varsa onunla kendi yapıtını koruyacaktır.
Polis gelecek, asıl suçluları bırakıp, suçlu diye onu yakalayacaktır. Genç, ‘Polis henüz devrim ve cumhuriyetin polisi değildir.’ diye düşünecek, ama hiç bir zaman yalvarmayacaktır. Mahkeme onu yargılayacaktır. Yine düşünecek, ‘Demek adliyeyi ıslah etmek, rejime göre düzenlemek lazım.’ diyecek.
Onu hapse atacaklar. Yasal yollarla karşı çıkışlarda bulunmakla birlikte bana, başbakana ve meclise telgraflar yağdırıp, haklı ve suçsuz olduğu için salıverilmesine çalışılmasını, kayrılmasını istemeyecek. Diyecek ki, ‘Ben inanç ve kanaatimin gereğini yaptım. Araya girişimde ve eylemimde haklıyım. Eğer buraya haksız olarak gelmişsem, bu haksızlığı ortaya koyan neden ve etkenleri düzeltmek de benim görevimdir.’
İşte benim anladığım Türk genci ve Türk gençliği!”

May 14, 2014

"Ölüm madencinin kaderinde var"

"Maden kazası madencinin kaderidir... Ölmek bu işin kaderinde var..."

Her gün toprağın yedi kat altına inilen işi güvenliksiz, kayıtsız, sigortasız yapmaya mecbur kalmak da mı kader? ("Tarım bitti hayvancılık bitti, tütün bitti, tohum bitti. Madende çalışmaktan başka iş kalmadı bize" diyor bölge halkı)

Devletin her türlü imkanları Soma için seferber edilmiştir ("Ocağın içine temiz hava basıldı. Madenlerde yangın kaynaklı felaketlerde içeride ne olduğu bilinmezliğine sıkılan oksijen böcek yuvasına ilaç sıkmakla eşdeğerdir" diyor bazı uzmanlar)

İş güvenliği konusunda yapılan düzenleme ve çalışmaları biz yaptık (sonra da taşeron firmaların kârdan fedakarlık edip de yapmayı vicdanlarına bıraktığınız düzenlemeler... Madencilikteki 17 Ağustos'umuzun üzerinden 16 saat geçti, Çalışma Bakanı'nın sesini açıklamasını duyan henüz olmadı)

Kaybettiğimiz kardeşlerimizin sayısını henüz tam olarak bilemiyoruz, ama sıkıntı büyük olabilir (bilemezsiniz tabi sayın Enerji Bakanım, Çalışma Bakanımıza bir sorsanıza kayıtsız sigortasız çalıştırılan işçi ve çocuk işçiler olmasaydı aşağıda kaç canımız olduğunu bilebilirdik herhalde)

Madenlerle ve koşulları ile ilgili mecliste soru önergesi verenler olmuş, ama Seferoğulları verdi diye Tellioğulları hiç gündeme almadan kaldırıp atmış (zaten sendiklaran bu kadar pasifize edildiği, örgütlü mücadeleden bu kadar korkulduğu bir siyasi ortamda işçinin ne durumda olduğunu onlar da ancak el yordamıyla bu kadar yapabiliyor)

"Acımız büyük, milletçe birbirimize kenetlenelim, bundan siyasi malzeme yapmaya çalışanlar utanmalıdır" (Ocağın içinden ölü çıkarıp da ambulansa kadar gaz maskesi takarak canlı göstermeye çalıştığınız, ambulansın kapıları kapanır kapanmaz maskesini çıkarıp yüzünü örttüğünüz canların hesabıdır bu. Hastanelere sığmayıp, Kırkağaç kavunlarının saklandığı soğuk hava depolarından taşan bedenlerle birlikte kavrulan yok olan yakınlarının hesabı. Kameralara "AKP'ye kaydolmayana iş vermiyorlar" diye haykıran ve sabah vardiyasında koşa koşa kendi ocağında iş başı yapmaya mucbur madenci kardeşine anlat bunları, biz hikâyeyi biliyoruz)

Kurtarma ekibi yollamadan önce, sizi güvende hissettirecek çevik kuvveti yolladığınız Soma'yı bize kahraman edasıyla olmadı mağdur edebiyatıyla anlatırsınız haftaya.

Ama ölüm madencinin kaderidir sakın demeyin bir daha.

Benim annem Soma'da doğmuş, ilkokulu Tavşanlı'da bitirmiş. Sebebi belli işte; linyit kömürü. Şimdi maden mühendisleri odasına kayıtlı bir de kardeşim var. O da sürekli dolaşıp duruyor madenlerde. Rahmetli dedeciğimin linyit ocakları arasında atla dolaşan bir mühendis olduğu yıllarda da, bizzat ocağın içinde olduğu zamanlarda da, sonrasında linyitin kömürün bürokratı olduğu zamanda da, üniversitede öğrenciler yetiştirdiği zamanda da madende yaşanan her felâket bizim ailede hep çok büyük acıya sebep olurdu. Anlayamıyordum, ama öyle iyi hatırlıyorum ki...

Ama yine de şehit filan denmezdi göçük altında kalan maden işçisine, böyle rüşvetler yoktu tabi daha.

lüm madencinin kaderidir" lafını söyleyebilecek bir başbakanı ise kimse hayal bile edemezdi o zamanlar...




Hayaldi gerçek oldu.

Allah sabır versin bu millete.
Başımız sağolsun.
Ama ateş düştüğü yeri yakıyor işte...