Sevgili Can Bey,

Sizi; bugün temsil ettiğiniz tüm değerler ve duruş bütününde saygı ve sevgi ile selamlıyorum. Haklı dâvânızı aklım ve kalbimle, azim ve kararlılıkla, elimde olan ve hakkım olan tüm araç ve yöntemlerle savunuyorum. Çünkü çok sevgili Erdem Bey’in de sizin de haklılığınıza sonuna kadar inanıyorum.

Dün sizi İzmir Kitap Fuar’ından yaptığınız canlı yayında izledim. "Mustafa" belgeseliniz ile ilgili yanlış anlaşıldığınızı, aslında tam anlaşılamadığını ve başka bir yayında anlatmak istediğnizi söylediniz. Açıkçası tam 8 yıl önce izlediğim, beni büyük hayalkırıklığına uğratan ve üzen bu yapıma olan hislerim çok canlı olmakla birlikte, bana bu duyguları hissettiren içeriğe dair hiç bir şey hatırlayamadım. Dünkü yayında “Ona annesinden başka hiç kimse Mustafa dememiş, biz de belgeselin adını Mustafa koyduk ve ona annesi kadar yakın bir açıdan anlatmak istedik” dediniz. Gece oturup 8 yıl sonra tekrar izledik biz de Mustafa’yı. Bu geçen yıllar içerisinde hem kendimizin hem de içerisinde yaşadığımız ülke ve toplumun ne kadar değiştiğini göz önünde bulundurarak kalbimde size dair bir af çıkarmaktı samimi niyetim. 

Ne yazık ki dileğim gerçekleşmedi. Bilakis; aradan geçen 8 yılda değişen her şey Mustafa’yı bu kez izleyişimde ilkine oranla kat kat fazla kızmama ve (bunu söylediğim için inanın üzülüyorum ama) bugünlere gelmemizde etkili araçlardan birisi olduğunu görmeme sebep oldu.

Yazılarınızda konuşmalarınızda ve belgesellerinizde bilgiyi samimiyet ve duyguyla kaplayıp içimize içimize böyle güzelliklerle akıtan yetenekli Can Bey; belgeselin yayınlandığı 2008 Türkiye’si bugünümüzden elbette çok daha iyiydi... Ama insanımızı ve milletimizi ve hassasiyetleri benden iyi siz bilirsiniz, o gün de ve hiç bir gün de damarımızdaki kan kadar bize lazım olan laiklik adımlarını; “Dini toplumda tamamen  etksiz hale getiren adımlar bir gecede atıldı, İslami düşüncenin üretilip yeni kuşaklara devredildiği  tekke ve zaviyeler bir gecede kapatıldı” deyişinizde Atatürk’ü basitçe dinsiz göstermek dışında başka bir anlam bulamıyorum. "Medreseler kapatıldı, eğitim laikleştirildi. İlkokuldayken Kaymak Hafız'dan yediği dayakların intikamını almıştı işte" derken bugün sizin, benim ve hatta hepimizin en son kalemiz olan "laikliğin" ilanını neden adi ve patolojik bir intikam dürtüsü olarak anlattınız dosta düşmana? Çünkü bugünkü güç sahiplerinin yakıtını nereden aldığını benden çok yıllar önce kavramış bir kişisiniz eminim. Bu cehalet ve din dayatıp kulluğa sürüklenen topluma bu belgeseli yapıp izletirken  hangi amaca hizmet ediyordu cümleleriniz?  “Mustafa”yı Gazi Mustafa Kemal olduktan sonra “Muhalefeti yok etti, mutlak gücü kendi üzerinde topladı, söylediği kanundu, muhalifi hiç yoktu, mutlak şefti, her yerden görünebilen kutsal bir varlık olma yolunda ilerliyordu, gazeteler  eleştirisiz çıkıyordu, çevresindeki dalkavuklara inanmış çok hızlı koşuyor arkasında alkışlar yerine yakınmalar bırakıyordu” diye anlatırken o gün ne hissettiniz ne amaçladınız da yaptınız bilemem. Peki bugün bunları anlatan kendi sesinizi duyduğunuzda ne hissediyorsunuz da dün canlı yayında hâlâ Gürkan Hacır’a “Atatürk sevdalıları beni çok yanlış anladılar boşuna alındılar” diyebildiniz?

Ben Atatürk sevdalısı falan değilim... Ben Atatürk’ün vizyonuna, zekasına, askeri-siyasi-sosyal-devrimci dehasına, onun eseri olan ve bugün hayatımda kullandığım her şeye kalbimden çok aklımla bağlı olan ve sahip çıkmaya çalışan bir insanım. Bana “Atatürk sevdalısı” diyerek; günümüz politacılarına ve güce tapan, istese her bir şeylerini tabiri caizse “ikram eden” insanlarla bir tutmadığınızı nasıl anlayayım ben şimdi Mustafa adlı eseriniz ve ışığında?

Bugün benden çok sizin kendi hayatınızın tam göbeğinde savunmak ve korumak durumunda kaldığınız ve bizlerin de canla başla sahiplendiğimiz tüm eserlerini ve değerlerimizi anlatabilecek dünya çapında bir Atatürk Belgeseli yapabilecek zekada ve yetenekteki ve daha önemlisi imkanlara sahip Can Dündar’sınız siz.  Onun bizleri ulaştırmak için ömrünü hebâ etiğini çok güzel anladığınız ve anlattığınız eserlerini devrimlerini ve medeniyeti anlatabilecek imkanlarınız ve yeteneğiniz varken...? Atatürk'ü bu şekilde hasta, hırslı,  intikamcı, yalnız ve mutsuz adam olarak anlatmayı neden tercih ettiğinizi anlayamıyorum. Yarısından çoğunun cahil ve zavallı olan halkımıza bugüne kadar ulusca kadar sahip oldukları her neyimiz  varsa hepsini armağan etmiş önderi Atatürk’ü; rejimini korumak uğruna en yakınındakileri bile idama yollayan yapayalnız ve mutsuz, akşama kadar uyuyup akşamüzeri yataktan sofraya geçen, orada bir büyük içip sabahlayan ve tekrar yatan, her fırsatta herkese “Beni Hatırlayınız” diye salık verecek kadar çaresiz bir adamcağız olarak anlatırken neyi amaçlamıştınız Can Bey?

1930’ların ortasında ilk ve malesef son kez okuma yazma oranı %90’ları gördü bu ülkede. On yılda onbeş milyon genç yetişti, bugün kuruluşunun yıldönümü olduğu için daha da içim yanarak andığım Köy Enstitülerinde yetişen onca aydınlık insan, Avrupa’ya bursla yollanan her biri çağının çok ötesinde neferler olarak yetişip ülkelerine dönen binlerce meşale çoktan öldü gitti artık, torunları olarak biz varız, bunalara sahip çıkmalıyız zulme ve kulluk düzenine karşı durmalıyız derken;  siz harf devrimini “eski yazılı koskoca bir tarih böylece sıfırlanmış oldu işte” diye nasıl anlatabildiniz? Burada birebir yazdığım cümlelerinizden daha da büyük etkisi var belgeseli izlemenin malesef. Çünkü benim yazıyla vermem mümkün olmayan vurgu ve tonlamaları siz yetenekli üst-ses tecrübeniz ile daha da anlamlandırmışsınız, daha da acınası bir Mustafa anlatmışsınız. Bugün olsa yine yapardım demeyin bana sakın. 

Neyi amaçladınız bilmiyorum olan olmuş, izleyen izlemiş, etkilenen etkilenmiş, kullanan çıkarları için dibine kadar kullanmış ama bugün; bu yaşadıklarımız ışığında tekrar dönüp kendi sesinizi tekrar dinlediğinizde ne hissediyorsunuz da “sizi yanlış anlamış olduğumuzu” düşünüyorsunuz? Dünyada eksiksiz her ülkenin kendi tarihinde olmuş olması için kapışacağı Atatürk’ü; bugün şehirlerimizin güzide cafe'lerinde oturup “Yeaaaaa... ama asıl diktatör Atatürk'tür abi yeaaa...” diye derin muhabbetler eden; ama oy vermeyen, üretmeyen, bilmeyen, çıkarlarına göre yaşayan, ona dokunmayan yılana ses etmeyen kendi insanımıza karşı anlatmak zorunda kalıyorsak... Sebebi biraz da sizmişsiniz demek. Üzüntümü anlatamam.

Sizden yaşça, kariyerce, yetenekler, bilgi ve her anlamda daha küçük olan ben haddim midir bilmesem de yine de içimde tutamadım. Size bunları yazdığım için çok üzgünüm. Yazdığım için değil üzüntüm, asıl daha çok  “size” yazdığım için. 

Sizi artık eskisi gibi sevmesem de elimdeki tüm imkanlarla yasal ve demokratik haklarınızı savunmaya devam edeceğim. 

Güzel aydınlık günlere en kısa zamanda ulaşabilme ümidi, azmi ve inancı ile;  dostlukla kalın sevgili Can Bey.


Şeniz