Pages

October 24, 2013

Aşk Tesadüfleri Sever, kader ayrılıkları, biz de Ankara'yı...

Aşk Tesadüfleri Sever'miş ya hani...
Korkuyordum ya hani ben bu filme gitmeye, sonunda korkuların üstüne gitmeye karar verdim ve gittim. Kiminiz mutlaka git, sakın kaçırma seni anlatıyor gibi geldi bana dediniz, kiminiz git mutlaka bizim hikayelerimiz Ankara’mız dedi, kiminiz gitme çok saçma bu kadar tesadüf bir arada olmaz dedi, biriniz de sakın gitme çok üzülürsün dedi. Ben de aranızdan 2 kişinin önerdiği gibi ani bir kararla tek başıma gittim. İyi ki de öyle yapmışım. Kendi düşüncelerimle film arasında kalıp filmi kaçırdığım anlar bile olmuştur, hele de birileriyle gitmeye ne hacet...

*** Şu andan sonrasını filmi izlememiş olanlar okumasın, baştan söylüyorum, sonra söylemedi demeyin hiç. ***

Ben daha filmin en başında, Deniz film görüşmesinde “1977 Ankara doğumluyum” diye başlayıp sağ ve sol profil vererek kendini audition yapanlara beğendirmeye çalıştığında sıkıntılanmaya başladım, bu film beni çok yoracak, yol yakınken çıksam mı diye düşündüm, zor bişey kendi hayatının içindeki çelişkileri perdede görmek. Sevgilisinin ailesiyle tanıştığı yemekte ve sonrasındaki araba sahnesinde iyice daraldım, bütün o oyunculuk tercihi ile ilgili yapılan tartışmalar, gizli yergiler, küçümsemeler, kibarca “gel seni bu hayattan kurtarayım”la aynı kapıya çıkan sevgi adı altında gösteriler. Var böyle insanlar, benim bu işe başlarken yanımda olan ailemin, hala yanımda olan insanların tamamı bana çok destek oldukları için kendimi çok şanslı hissettim. Tam o anda kız da zaten City’s in önünde cart diye frene basıp indi ya arabadan, biraz rahatladım, kalıp izlemeye karar verdim. Ne de olsa ben buraya korkularımı yenmek için gelmiştim zaten.

Filmin 1. yarısı bittiğinde etrafımdakilerin konusmaları beni kendi düşüncelerimden kopardı; “Ya nesini methettiler ki bu kadar bu filmin anlamadım valla!”... “Ne var ben anlamadım, bomboş bir film! Nesine ağladılar onu da anlamadım valla”

Düşündüm, anlamamaları o kadar normal ki; yürümeyi ilk öğrendikleri yaşlardan itibaren anne babalarıyla, ya da dedeleriyle Kuğulu Park’a gitmediler ki onlar. Gençlik Parkında bir su birikintisinin kenarında oturup, “Oh ne iyi ettik de geldik” diye ailecek mutlu mutlu bir pazar günü geçirmemişlerdir. Hayatının ilk yetişkin oyununu Şinasi Sahnesi’nde izleyip, aradan 20 yıl geçtikten sonra Ankara’ya tiyatro turnesiyle gelip Şinasi’de sahneye çıkmanın ne olduğunu kaç kişi bilebilir ki? Yazık anlamadılar tabi filmin 1. yarısından hiçbişey, kaç Kolejli tanıyorlar acaba hayatlarında? Ne bilsinler bizim her Haziran’da karne günü Tunalı’da yumurta savaşı yaptığımızı? Eminim 2. yarıda da çok şey anlamadılar, bizim anladığımızın onda birini anlayamadılar, onlar eminim oyun çıkışı “Napılır bu Ankara’da ya? Eğlenilecek bir yer var mıdır ki?” diyen çocuğun Ankara’ya yabancılığı kadar filme yabancı kaldılar. Manhattan’a gitmek nedir, Manhattan’da arkadaşlarının sahnede olması nedir, Manhattan’da sahnede olmak nedir, Botanik Parkı, Seğmenler Parkı, Kuğulu Kavşağı, And Sokak, Atakule, Karum’un merdivenleri, arkada otelin silueti, Cafemiz, ve hatta 5 saniyelik bir karede Esenboğa Havalimanı’nın dünya çapında aldığı ödülün görüntülenmesi, ne gibi bir anlam ifade etmiş olabilir ki salonda oturan çok aşık çiftler için? Film boyunca 06 plakaları görerek bile nasıl hasret giderdiğimi anlatmak isterdim onlara. Hani diyor ya Özgür Ankara’daki son sahne aldıkları yerde, bundan sonra yola İstanbul’da devam edeceğiz, ama kalbimiz hep Ankara’da. Hani Deniz’in dedesinin dediği gibi: “Ankaralılar için Istanbul bir başkasının çocuğu gibidir, gülünce iyi güzel de, ağladığında bırakıp kaçmak istersin” Benim için de böyle mi? Ne zor bişey insanın bir şehirde yaşayıp kökünün ve bütün kaynaklarının başka bir şehirde olması.

Ben de aynen filmin kahramanları gibi 7 seneden uzun zamandır buradayım, benim de ailemin dönüp gelmemi istediği çok zamanlar oldu, Ankara’ya dönmediğim için çok pişman olduğum zamanlarım vardır benim de. Hala her ay, o tren garındaki sahneler benim için de çeşitli istasyonlarda yaşanır; “Aman kızım dikkat et kendine, iyi ye, yorulma, paran var mı, üşütme sakın...” “Tamam merak etmeyin beni...” Benim de Ankara’da bazen dargın bıraktıklarım olmuştur, içimde o huzursuzlukla Istanbul’a döndüğüm zamanlra. Ama hiçbir kırgınlık, ağızdan çıkan hiçbir laf, etle tırnak gibi olan insanların birbirine hasret gitmelerine sebep olmamalı bence, hiçbirşey o kadar uzatmaya değmez bu hayatta. Sevdikleriyle evi arasında kilometrelerce uzaklık olan insanlar benim dediklerimi çok iyi anlayacaktır, hep bu korku ve endişe vardır, hepimizde.
Tesadüfler başrolde diyorlar bu film için. İki çocukluk arkadaşının yıllar sonra Istanbul’da karşılaşıp bir balıkçıda balık yiyerek başlayan hikayeleri sonun başlangıcı. Adamın iyi niyetli sıcaklığının altındaki mütevazi hali... “Benim de doğumgünüm olduğunu söylemek istemedim çünkü senin üzerindeki ilgi dağılsın istemedim” bunu yapacak ne kadar az insan vardır, ya da ben unuttum artık. Kızın deli dolu asiliğinin başına buyrukluğunun altındaki kırılganlığı ve yıllar öncesinden gelen kırılmışlığı. Babası tarafından hayalkırıklığına uğratılmış kızlar her zaman bize göre hayata 1-0 yenik başlıyor bence. Filmin bazı hayatımdan uzaklaşan minör hikayelerine rağmen o kadar çok sahne ve o kadar çok hikaye benimdi ki, yine aranızdan iki kişinin dediği gibi, sanki bu film benim hayatımı anlatıyor, 1977 Ankara doğumluyum, Kolej mezunuyum, oyuncuyum, aynı Deniz gibi genellikle bembeyaz giyiniyorum ben de bütün sahnelerimde, aynı onun gibi bambaşka bir duyguyla oynuyorum bazı günler bazı sahneleri, kafamdan neler geçiyor neler, tesadüf bu ya benim de doğumgünlerime genelde oyun günleri denk gelir. Ama adımı aynen kullanmak istememişler sanki, bir harfle değiştirmişler işte. En çok tesadüfler var başrolde bu filmi izleyenler için, ama yine aranızdan birçoğu ve benim için bu filmin başrolünde bir şehir var, çünkü bizim bütün hikayelerimizde hep bu şehir var; yürüdüğümüz sokaklar, araba kullanmayı ilk öğrendiğimiz yollar, o müzikleri dinlediğimiz, o oyunları izlediğimiz, top oynadığımız, yumurta savaşı yaptığımız, kuğulara simit attığımız... Çünkü, karın hiçbir yerde bu kadar güzel yağmadığı, bu çirkin kuru şehir bizim ailemiz, dostumuz, sevgilimiz, doğduğumuz ve er ya da geç döneceğimiz toprağımız.


Domuz gibi çıktım filmden. O birinci yarıda hiçbirşey anlamamış olan aşık çiftlerin hepsi çıkışta selpaklara dadanmışlardı. Ben bir damla bile ağlamadım, öyle kafam dimdik çıktım salondan, sonra da alışveriş merkezi’nden sokağa. Derin bir nefes aldım, düşüne düşüne eve yürüdüm karanlıkta. Bu filmin bana verdikleriyle Ankara’lı olmayan arkadaşlarıma verdikleri ne kadar farklıdır diye düşündüm, sonra da amaaaan dedim, bir sefer de bize olsun bu film, varsın bizim anladığımızı anlamayıversin Istanbul’lu. Ankara’yı ve uzakta olan bütün sevdiklerimi düşündüm.

Düşündüm ki bu filmden çıkınca aklınıza düşen, hemen aramak istediğiniz insanlar varsa, işte o insanlar önemlidir, onları hayatınızdan isteseniz de çıkaramazsınız.

Ve eğer bu filmi izledikten sonra aklına düştüğünüz, sizi hatırlayan insanlar varsa, bilin ki onlar için de siz aynen öylesiniz.

Eve geldiğimde aynada kendi görüntüme inanamadım, setten çıktığım için makyajlı olan suratım, aynı Deniz’in son sahnedeki hali gibi yol yol yanaklarımdan aşağıya akmış. Bir ölüyü oynadığım için her zaman olduğu gibi beyaz olan kostümlerimin paltosu vardı üzerimde. Aynı Deniz’in son sahnedeki hali gibiyim. Ve hiç ağlamadığımı düşünürken nasıl  bu kadar ağlamışım ben?
Yokladım kendimi.

Yok, ölü değilim, çok şükür yaşıyorum, demek ki hala umut var!
- 03.03.2011 -

Siz Hiç Denizle Vedalaştını Mı? - I

Siz hiç denizle vedalaştınız mı?
Sizin için bir yıl nedir? Benim için bir yılbaşı gecesinden bir sonrakine kadar geçen süre değildir. Benimki daha çok öğrencilerin ders yılına benzer, tiyatrodaki bir sezon gibidir bende yıllar.
Bu yüzden de şu sıralar benim bir yılım bitmek üzere. Kendi içimde bir muhasebe yapmakla meşgulüm. Bu yılın başında (Eylül 2008’de) neredeydim şu an neredeyim? Planladıklarımın ne kadarını gerçekleştirebildim, nasıl engellerle karşılaştım, nasıl üstesinden geldim ya da ne kadar başarılı veya başarısız olsun. Hayatım beni son bir yılımda ödüllendirdi mi yoksa cezalandırdı mı? Tembelliklerim oldu mu, ya da vefasızlıklarım? Geçtiğimiz yıllarda bu şimdiki yaşımdan ne umuyordum şimdi o hayalimin ne kadar ilerisinde ya da ne kadar gerisindeyim?
İşte benim yılbaşım geliyor, yani çok düşünüyorum.
Her yıl olduğu gibi kendi içimde süregelen bir geleneğimi bir kez daha yineledim. Denizle vedalaştım geçenlerde. Çok büyük bir değişiklik veya bir sürpriz olmazsa, benim için bu yılın tatil sezonu kapandı gibi. Önümüzdeki yaza kadar bir daha denize giremeyebilirim.
Sizler için deniz ne ifade ediyor hiç düşündünüz mü? Güzel bir manzara mı? Trafik çilesini arttıran gereksiz bir su birikintisi mi? Şiirlerin şarkıların ana malzemelerinden olan eşsiz bir güzellik mi? Küresel ısınma veya depremlerle bizleri yutmaya hazır pusuda bekleyen dev dalgalar mı? Ya da üzerinde uzanıp yatarken sizi beden ağırlığınızdan kurtararak dayanılmaz bir hafiflikle kucağına alan sonsuz huzur yatağı mı? Benim için hepsi... Hem huzur hem korku, hem yücelik, hem acizlik, hem yara hem deva benim için. Ve dünyanın bütün okyanusları denizleri nehirleri birbirine akıyor ya hani, ben o koskocaman su kütlesinin içinde olmaktan hem büyük bir huzur hem de inanılmaz bir heyecan duyuyorum. Beden ağırlığımdan kurtulunca kafam daha çok çalışıyor, kalbim daha rahat tartıyor. Deniz sanki yaralarımı sarıyor, beni güçlendiriyor, zihnimi kalbime yetiştiriyor - bunlar genetik olabilir, annem de böyle!
Ben bu sene o sakin koydaki “suyun öte tarafına” doğru bakarak son yüzmemde, bitirmek üzere olduğum yılda bıraktıklarımı düşündüm, kazandıklarımı ve kaybettiklerimi, gerçekleştirdiklerimi ve beceremediklerimi. Yüzümdeki gülümsemelerin her birinin sebebi olan ailemi ve diğer sevdiklerimi düşündüm birer birer, her şeyden önce sağlık diledim. Bütün o çılgın hayallerimin birazını olsun gerçekleştirmeyi, yaptığım veya yapmadığım şeylerden pişmanlıksız olarak tekrar denizle buluşma zamanına ulaşabilmeyi diledim. Bir de tekrar buluşuncaya kadar, o eşsiz güzelliğini aynen saklamasını, insanlık olarak atık ve artıklarımızla onu yok edemememizi, güneşin ve ayın sonsuza kadar aynı tarçın rengi güzellikle üzerinden batmasını diledim.
Bu benim sizlere merhaba yazımdı, belki de denize fısıldadığım hayallerimin içinde sizinle paylaşacaklarımız da vardı, kim bilir...
Şen’izlenimlerimde beni heyecanlandıran kitap, yemek, manzara, sohbet, hayat hikâyesi, hırka modeli vs. her ne varsa sizlerle paylaşacağım.
Paylaştıkça çoğalan veya sakinleşen bir sürü şey var hayatta.
- 31.10.2009 -

Elegy - Bir kitabı on yıl sonra tekrar okursanız...




Bir kitabı 10 yıl sonra tekrar okursanız sizin için anlamı değişir mi acaba? Ya da bir filmi? Yıllar sonra aynı masalı tekrar yaşasanız, acaba bu kez diğer yollardan mı gidersiniz?
Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, bir bilge varmış. Bu yüzünde çizgiler olan “bilge adam”ın işi bildiklerini anlatmakmış, resim, edebiyat, müzik, heykel bütün bildiklerini anlatırmış gençlere.
Bir gün onu dinleyenlerin arasında ışık gibi kusursuz bir “çocuk kadın” dikkatini çekmiş. Çocuk kadın bilge adamın ellerinde yüzünde gördüğü her bir çizgiye, onu bugüne taşıyan her ize ayrı ayrı hayranmış. Adam o günden sonra anlattıklarının hepsini bu kusursuz kıza anlatmaya başlamış, çünkü artık gördüğü her resim onun yüzü olmuş, duyduğu her müzik onun seslenişi gibiymiş ve bilge için ondan daha güzel hiçbir heykel yokmuş artık dünyada.
Ama işe bakın ki bilge adam, sırf yüzündeki derin çizgilerden sebep, bu kusursuz çocuk kadının ona böylesine aşık ve bağlı olmasına inanmıyormuş bir türlü. Yüzündeki çizgilerin sebebi olan o yıllar boyunca yaşadığı başarısılıklar, hayalkırıklıkları hepsi bir olup bilge adamın kulağına şöyle diyormuş sürekli: “İnanma ona, kendi gibi kusursuz bir gencin gelip onu senin yaşlı ellerinden alıvermesi an meselesi... inanma, bağlanma...”
Günler geçtikçe kızın aşkıyla birlikte adamın şüpheleri de büyümüş ve çocuk kadının onu bırakacağından artık o kadar korkar olmuş ki onu kendinden gittikçe daha da uzağa atmış. Sadece yüzünde çizgiler olmadığı için, sadece kusursuz olduğu için sevgisine inandıramayan çocuk kadın ne yapsa olmamış. Bilge adam yıllar boyunca etrafına ördüğü o yüksek duvarlarının dibinde durup onu içeri alması için her gün yalvaran bu kusursuz kıza kapısını hiçbir zaman tam olarak açmamış.
Bir gün bu kusursuz kızın çocuk kadın kalbi o kadar çok kırılmış ki, “artık git” demiş. Böylece bilge adam onsuz, çocuk kadın da bilgesiz kalmışlar hayatta. Ta ki karlı bir gecede çocuk kadın bilgesinin kapısını tekrar çalana kadar. “Bak artık kusursuz değilim”demiş. “Şimdi ne olacak? Acaba artık kusursuz olmadığım için beni bir daha asla sevmeyecek misin, yoksa şimdi hayat bizi eşitledi ve bu yüzden artık beni sevebilir misin?”
Bilge adamın yüzündeki binlerle çizginin içi yaşlarla dolmuş. İstediği bu değilmiş ki, peki ama istediği neymiş ki? Bir yaşlı bilge, hayattaki tüm başarısızlıklarına, bu başarısızlıkların onu bencil ve korkak bir adama dönüştürmesine, bu çocuk kadının geçen zaman içinde kendi verdiği acılarla nasıl böyle büyüdüğüne, kendisinin nasıl bu kadar kör olabildiğine, geçen zamana, kızın artık var olmayan kusursuz güzelliğine ve kaybettiği herşeye ağlamış.
Bilgenin ilk derste sorduğu soruyu bu kez kız adama sormuş: Bir kitabı on yıl sonra tekrar okusak bizim için anlamı değişir mi acaba? Hayat aynı kitabı tekrar okuma şansı vermiyor insanlara...


Ben 1 yıl sonra yine bir cumartesi öğleden sonra aynı filmi izledim. Benim masalımdaki hikayenin asıl adı Elegy. Yüzünde çizgiler olan bilge adam David Kepesh’i Ben Kingsley oynamış. Kusursuz kız, çocuk kadın Consuela’yı da Penelope Cruz.
Aynı hikayeyi 1 yıl sonra bir daha düşündüm. Benim için aynı değildi... Paylaşmak istedim, paylaşmaktan keyif almadığım şeyleri hiç yaşamamayı seçiyorum zaten.

Kadın İsterse!

Bazen hayat bize birşey ararken bambaşka birşeyleri gösterebiliyor ve yepyeni pencereler açabiliyor, aradığımız cevapları bambaşka hikayelerin içinde cevaplayabiliyor.
Benim cevaplarım da böyle güzel bir hikayenin içinde geldi işte. Tatil dönüşü ailemle birlikte uzun bir yolculukta, kahvaltı edecek bir yer ararken yemyeşil ağaçların arasında bir yere rastladık. Bilirsiniz, eğer büyük bir firmanın dinlenme tesisis veya çok işlek bir karayolu üzerinde olan bir yer değilse genellikle pek fazla beklentiniz olmaz yolda durduğunuz yerlerden. Ancak şunu söylemeliyim ki, daha arabayla yavaşladığımız andan itibaren kapıda güleryüzüyle karşılamaya hazırlanan genç bir hanımın varlığı baştan avantaj sağlayabiliyor.
Oturduk, bizi kapıda karşılayan hanım ve bir genç kız çok güzel bir servis ve çok sevimli sunumlarla bize harika bir köy kahvaltısı hazırladılar. Devamında anne kız olduklarını öğrendik ve enfes birer Türk Kahvesi eşiliğinde laf lafı açtı ve Öznur Hanım bize hikayelerini anlattı.
Ankara’da yaşayan bir mali müşavir olduğunuzu düşünün, Ankara’nın en iyi semtlerinden birinde yıllardır başarıyla sürdürdüğünüz bir ofisiniz var. 3 çocuklu aileniz, sevdiğiniz işiniz kurulu düzeniniz, sosyal çevrenizle güven içinde yaşıyorsunuz. Sonra eşinizin işi sebebi ile küçük bir ege kasabasına taşınmanız gerekiyor. Eşi orada kendisi çocuklarla Ankara’da kalmayı seçmemiş. Eşinin yanında olmak için gittiğinde küçük bir yere alışmak, oranın kurallarına göre yaşamak hayatınızı geriye çekmek de bir seçenek ve aslında mecburi seçenekmiş gibi görünürken Öznur Hanım o yoldan da gitmemiş ve diğer yoldan gitmeyi tercih etmiş. Ailesini ve çevresinin tüm “yapma etme, boşver nasılsa rahatın yerinde, hem sen tek başına nasıl becereceksin” gibi güvensizlikle karışık kösteklerine kulak asmadan aklına koyduğunu yapmış. Her zaman aklında böyle bir iş varmış, zamanı şimdi gelmiş ve yapmış. Eşine 6 ay içinde burayı kar eder duruma geçiremezse vazgeçeceğini söylemiş ve ondan sonra da var gücüyle çalışmış. Elleriyle örmüş, dikmiş, boyamış, pişirmiş, kendi ürünlerini toprağında yetiştirmiş ve bir fark yaratmış. Bizim yanyana birsürü yerden birinde değil de orada durmamıza sebep olan ama benim burada anlatamayacağım birçok fark yaratmış. Yıllarca ofiste çalışmış olan bir iş kadını için zor görünebilir ama yapmış işte. Sonuç hiç de şaşırtıcı değil – işini iyi yapınca başarı kendiliğinden gelmiş.
Şimdi arkalarındaki arazide bir piknik alanı ve bir yüzme havuzu olan bir orman da onlara ait, orada ilçeden gelen çocuklara yüzme dersleri veriliyor. Hemen yan taraflarındaki kırda taylarını, keçilerini, tavuklarını, tavşanlarını köpeklerini besliyorlar. 3 çocuğu burada huzur ve sağlık içinde büyüyorlar, kocasının yanında olabilmek için hayatını başkentteki ofisinden çıkarıp bir ege kasabasına taşımış olabilir ama bu kasabanın ondan beklediklerine teslim olmadan kendi varolan birikimi ve bilgisiyle hayallerini getirmiş buraya Öznur Hanım. Şunu da eklemem lazım ki Ankara’daki ofisini de kapatmış değil, kardeşlerinin yürüttüğü işleri ve halen birebir çalıştığı 150den fazla firmanın defterlerini takip edebilmek için ayda 2 gün Ankara’ya gidip ertesi gün dönüyormuş.
Öznur Hanım bana göre Maksimum Kadın’lara bir örnek. Eşinin yanında olabilmesi, hayatın onu götürdüğü yere teslim olmadan uyum sağlayabilmesi, çevresine kattıkları, yarattığı iş imkanları, 3 çocuk anneliği - buna inat belki de bundan sebep gençliği ve güzelliği, iş kadınlığı ve herşeyiyle bir Maksimum Kadın.
Yolunuz Salihli – Turgutlu karayolu üzerinden geçerse Tuana’da durun, Öznur Hanım ve güzel kızıyla tanışın, bir çaylarını için.
Bu Maksimum Kadın ve daha nice örnekleri benim de hayatımda farklı sorularıma farklı yanıtlar oluyor. Sizlerle paylaşmadan edemedim.
Paylaşmanın beni mutlu etmeyeceği şeyleri yaşamamayı tercih ederim zaten... 

Siz Hiç Denizle Vedalaştınız mı? - II

Geçen yıl anlatmıştım; benim için yılın bitimi yaz sonudur, hala öğrencilik yıllarında kaldığım için midir, yoksa tiyatro sezonunun açılış kapanışına endeksli gibi mi nedir, sene sonu muhasebesini, gelecek yılla ilgili dilek ve kararlarımı hep yazın bitiminde sonbaharın başında düşünürüm ben, 31 Aralık’ta değil.

Geçen yıl da Ege’nin o mavi serin sularıyla vedalaştığım gün denize anlatmıştım. Bir yıl önce o gün, kafamda yanıt arayan bir sürü soru ve sorun vardı. Verilecek kararlar vardı, belirsizlikler ve umutsuzluk vardı. Güce ihtiyacım vardı. Bu sene çok şey değişti, daha çok umut var ama yine ve hala çok belirsiz bir gelecek – tam bana yakışır şekilde!

O gün yanımda, yanıbaşımda olan kıymetlim olan insanlar hala benimle, çok şükür ki hala yanımdalar. Ailem, üstün bir performansla, her zamankinden çok... Asırlık dostlarımla büyük sınavlardan geçtiğimiz günler de oldu, hala bir aradayız ve hala sabah 6ya kadar çekidek yiyip bira içip gülüşebiliyoruz. Kek yapıp, üst üste kız filmleri seyredip üzerine ciddi ciddi dünyayı kurtarıyoruz. Hayalgücüm ve içimdeki çocuk, kışın tüm fırtınalarına rağmen hala yerli yerinde – hatta eskisinden de güçlü!

Geçen yılın sonbaharında bir Güneş doğdu ki, onun kokusu dünyanın en güçlü ağrı kesicisi, onun gülüşü tüm vitaminlerden daha etkili. Gece uyumaya, sabah uyanmaya hiçbir sebep bulunamayan günlerde bile... Şimdilerde gözümün içine öyle bir güzel bakmaya başladı ki, onun baktığı gibi bana bakan bir çift göz için dünyayı yakabileceğimi hissettiriyor bana.

Sonra kış geldi, tanıdık bildik tüm yağmur çamur ve karanlığıyla. Banaysa bütün kışlardan daha ağır bir kış geldi. İlk kez yalnız ama ilk kez bu kadar güçlüyüm, yine de ilk kez bu kadar kırılgan. Kırılan kemiklerden bahsetmiyorum, onlar 8 haftada kaynadı, fizik tedaviyi de katınca 13 haftaya kadar uzadı, ama yaralar bir şekilde sarıldı. Asırlar öncesinden kopup gelen dostum var, bana sanki bu kışı geçirebileyim diye elini uzatmaya gelmiş, birbirimize omuz vermek için sadece 5 dakika yürümemiz yetiyor. Bende eksik olan mantık onda var, yakınımda olmasını sectiğim tüm kadınlar gibi, annem gibi, kardeşim gibi. Kalbime bir tokat patlatıp, aklımın fişini geri takıyorlar sağolsunlar - ta ki ben tekrar ayarı bozana kadar...

Baharda kısacık bir an, seni Akdeniz’in tuzlu suyuyla aldattım sevgili Ege. Ama içimden biliyordum benim yerim orası değildi, bak yine döndüm, yine güneşin dünyanın her yerinden daha güzel battığı serin sularındayım. Hem zaten Nazım’ın dediği gibi, bu yüzyılda kaç gün sürer ki? Güzel bir gülümsemeyle bir de bakmışsın, herşeyi aşmışsın, hiç unutmadan hep hatırlayarak ve dersler aldığına inanarak iyileşmişsin. Sonra bir gün o gülümseme de solabilir, o şarkı da yarım kalabilir ya da oyun final sahnesi oynanmadan bitebilir. Olsun, beni yakın markajda tutup aklımın fişini takacak güçlü kadınlar var etrafımda. Gözyaşlarıyla başladığın bir fincan kahvenin sonuna gelmeden kendini bile şaşırtarak içinden taşacak bir kahkaha var... Çok şükür ki var!

Anneannem dedi ki, kırıkların tam olarak iyileşmesi için üzerinden bir yaz geçmesi gerek. Doğruymuş. Bir güzel bir yaz oldu ki; bütün özlediklerimle hasret giderebildiğim, doyasıya vakit gecirdiğim ama asla doyamadan ayrıldığım, günlerin 25 saate uzadığı ve yetmediği bir tatil... Sonra denizle vedalaşma... Şimdi yine evimdeyim. Hayatımda ilk kez evimi özleyerek tatilden döndüm, tatil bu kadar güzel olsa bile. Çünkü bir iyelik durumu var bu sene. Benim evim, benim hayatım, benim çiçek saksılarım, benim mutfağım, benim duvarlarım.

Bu sene artık içimdeki terazi ayar tutsun istiyorum. Sokakta bana gülümseyerek bakan tanımadığım yüzleri de seviyorum; ama bu sene tanıdıklarım, yüzüne güldüklerim bana gülsün istiyorum. İçimdeki fırtınalara güç katan, hayalgücümü canlı tutan, hayallerimi kırmayan, güzel gülümseyebilen insanlar istiyorum etrafımda. Ve bütün bunları ayırdedebilecek akıl kalp ayarı istiyorum. Çünkü kötü kalpli, yalancı ve hesapçı insanlara karşı kendimi ve çevremdeki bütün kıymetlilerimi efsunlanmak istiyorum. Ayağımıza taş bağlayan, kalbimize gölge yapan, omuzlarımıza yük olan herkes ve herşey uzak dursun bizden.

En başta sağlığımız bizi hiç bırakmasın, bizi ayakta tutacak heyecanlarımız hayallerimiz bizimle olsun. Aşkla yaptığımız işlerimiz için her sabah erkenden uyanalım, her gece yorgun uyuyalım. Yolumuzdaki engebeler eksik olmasın, ki onları aşacak gücümüz hep bileylenerek içimizde saklı kalsın. Yıldızlar tepemizde, pembe gözlüklerimiz gözümüzde, aklımız bir adım önde, kelebekler midemizde, pırpırlar kalbimizde, kalbimiz de en hakeden ellerde olsun. Ve bir de ben, biraz daha yıldız tozu istiyorum bu sene ;-)


Şeniz Kurultay
16 Ağustos 2010
İstanbul